19 Ağustos 2013 Pazartesi

Mardin’de kapılara garip şeyler oluyor.

Mardin’de kapılara garip şeyler oluyor.
Kapıların açılması iyiye işarettir. Fatih kelimesi ‘kapıları açan’ demektir. Kapalı kapılar ardında yapılan sohbetler bizleri bölmüştür. Sadece sohbete layık kişilerin tanımlandığı ve tanımlanmayanların o kapılar arkasında yapılan sohbete dahil olamayacağı bir mekan üretmek ve bu mekanı kapıyla ve o kapıyı açan anahtarla (meftah) tasarlamak; ve o anahtarı sadece sohbete davet edilen bir şahsın veya grubun veya yetkililerin elinde bulundurabilmesi, insanın algısını hapsediyor.
Ötekileştirme, kapalı kapı ardına girebilen ve giremeyen gibi, bir tarafı koruyan ve diğer tarafı tehdit olarak tanımlanabilecek bir algıyla karşı karşıya bırakıyor. Bu kapı kapanabilir ve kilitlenebilir tasarlanmalı ki, herkes içeride ne olduğunu ya da yaşandığını göremesin (camlar, perdeler ve duvarlar da aslında bu algıyı desteklemekte). Mümkün mertebe mekan, olası bütün tehditlere karşı korunaklı bir alan olsun.
Bazen mekanın içinde tanımlanan olgu (maddi-manevi) o denli değerli olabiliyor ki, kapı sadece anahtarla değil, önünde bekleyen güvenlikçiyle korunuyor. Maddi değer taşıyan mekanların önüne (bankalarda olduğu gibi) ciddi güvenlik sistemleri (kameralar, teknolojik kilitler, insan gücü ve silahlar) öngörülüyor. Manevi değer taşıyan mekanlarda da bu gibi önlemler sözkonusu. Mekke gibi. Kabe’yi görmek isteyen bir insan, Kabe’nin içinde bulunduğu şehre dahi pasaportunda ‘müslüman’ ibaresi bulunmadığı müddetçe giremiyor.
Mekanlar kutsallaştırıldıkça, mekanı koruma arzusu artıyor. Mekanın kutsallığına inananların sayı ve hacminin artmasıyla, basit bir mağara, çevresinde onu koruyan yerleşimler, köyler, kasabalar, şehirler, ülkeler, kıtalar dahil edebiliyor güvenlik çeperine. Sınırlar, mekanı koruyan geçişken ya da tamamıyla yalıtılmış yapılara dönüşebiliyor.
Mardin’de kapılara garip şeyler oluyor. Mardin’in geleneğinde taş duvalardan örülü mekanlar dokusuna yakıştırılan kapılar ahşaptandır. Bu ahşap kapılar, dört mevsim Mardin iklimine maruz kalarak, ahşabın mevsimler içinde, örneğin kışın artan nemden dolayı şişmesine (genleşmesine), yazın ise sıcak ve kuru havanın tesiriyle çekiliyor (büzülme).
Bununla birlikte, kışın genleşen ahşap kapı, kapının pervazı ya da duvar açıklığı içerisinde sıkışmasına neden olabiliyor. Aynı şekilde, havalandırılmayan ve rutubeti mekanda hapseden odaların kapılarında da genleşme gözlenebilmektedir. Buna önlem olarak Mardin evlerinde ‘taka’ olarak adlandırılan ve duvarların yukarı kısımlarında yer alan ufak açıklıklar mevcuttur. Bu takalar, yaz kış, mekanın nefes almasını ve rutubet oranını dengelemesine yardımcı olmaktadır ve geleneksel evlerde camlarla hermetik yalıtılmaz.
Yazın sıcak ve kuru havada ufalan bir kapı ise, kilidi olması durumunda kilitlenemez derecede küçülerek kendiliğinden açılabiliyor. Buna karşı, eski Mardin kapılarında bulunan metal kilitler ve anahtarları devasa boyutlara ulaşmıştır. Boyları 40-50 santime varan, demirden kilo ağırlığında anahtarlar tasarlanmıştır.
Bununla birlikte, kapılarda kullanılan ahşabın genleşme ve küçülme payını azaltacak nitelikte ağaçlar tercih edilmiştir (ceviz ya da dut gibi).
Restorasyon faaliyetini tarihsel nostaljiyle sürdüren restoratör mimarlar ve müteahhitler, ellerinden geldikçe ahşap kapı uygulamasına öncelik tanımayı yeğliyorlar. Ancak günümüzde mevcut olan endüstriyel şartlarda üretilmiş kapılar, iklimler karşısında kısa zamanda yıprandığını ve değiştirilmek zorunda kalındığını gözlemlemek mümkün.
Bir yaz günü evinize geldiğinizde, kilitli olarak bıraktığınız kapının açılmış ve sonrasında fark edilip güvenlikçi tarafından iple bağlanarak kapatıldığını öğrendiğinizde, acaba kapı küçüldüğü için mi kilidinden çıktı yoksa biri evime mi girdi de, kapımı ibretlik olsun diye iple bağladı gibi bir şüphe uyandırabiliyor. Bu şüphe yersiz ve kapı gerçekten de doğal yollarla küçülmüş olabilir; yine de içinde, mekanın içinde barındırdığı değerlere tehdit oluşturabilecek bir hırsızlık durumu söz konusu olabilir.
Elinizde bulunan anahtarın hükmünü yitirdiği bir anla yüzleşmek, sizi daha dayanıklı ve güvenilir bir kapı tasarlama ve yerleştirme isteğine yönlendirebilir veya bir sonraki kapınızı daha dikkatli seçeceksinizdir. Bu güvenlik talebi günümüzde, çelik-titanium gibi malzemelere uzanır. Anahtarı ise fiziksel olarak büyümekten ziyade bir çip, ses algılayıcı, optik okuyucu şeklinde imal edilebilir. Kendinizden başka anahtar taşımama rahatlığına kadar güvence altına alınabilmektedir zamane kapılar.
Başka bir kapı nostaljisi şöyledir: ‘Eskiden’, der kimi, ‘evlerimizin kapıları hiç kapanmazdı, hırsız nedir bilmezdik.’ Bu ‘kontrolsüz güven’ nostaljisini tanımlar. ‘Öyle bir güven duyardık ki çevremize, kapılarımız kapanmazdı’ dercesine. Bu tarz nostalji anlarının ömrü kısadır günümüzde. Kilitsiz kapı, hayali namümkün bir olguya dönüşmüştür kurduğumuz yaşamlarda. Evlerin içindeki kutsallar o kadar artmıştır ki, neredeyse herkes, kendi kutsalını elinden geldiğince ( ki bu çağda elinden çok gelir) koruma derdindedir ve kontrolü sağlama mecburiyetinde görür kendisini.
Maddi kutsallara sahip olan bilir, insanların gözü üzerindedir ve kıskananları çoktur. Aynı şekilde manevi değerlerin elinden alınmaması için o değerleri çalabilecek insanlarla muhatap olmaz kutsal mekanında. Doğal olarak, tehdit teşgil etmeyecek insanlara müsaade buyrulur.
Mardin’de kapılara garip şeyler oluyor. İnsanlar kapı inşa etme derdindeyken, kapılar kapanmayı reddediyor. Bize kapısız geçişlerin varlığını hatırlatıyorlar. Bunu hayatımızın bir çok alanında unutmuş dahi olsak, Mardin’de garip kapıların varlığını günbegün gözlemleyebiliyorsunuz.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Fabrikatör baba kızı


Facebook'ta boy boy resimler,
her hafta yeni isimler;
aşk hayatın pek de renkli,
saklamıyorsun besbelli.

Solaryum'dan hiç çıkmazsın,
mavi lenssiz dolaşmazsın.
Yoga hocan çok tatlıymış,
Geçen yıl Hindistan'daymış.

Titanik izler ağlarsın,
Serdar'la hemen oynarsın.
İnandığın en büyük bilgin,
Etiler falcısı Nilgün.

Arkadaşın sanıp sarılırsın,
seni üzer, anlamazsın.
Geçmişten hiç ders almazsın,
sonra buna kader dersin.

Yemeğini didiklersin,
şarabını fondiplersin,
(ama) zamanı sonsuz sanırsın,
garsonları oyalarsın.

Var gücünle, son nefese kadar,
hayatın tadını çıkar sen,
sonra: bize gel, dertlerini anlat,
yemezler güzelim, yemezler!

(Çakma depresifmisin, nesin sen?!?)

Fabrikatör baba kızı,
Fabrika'dan çıkmış gibi,
Birçok örneği var burda,
Gel de gör Nişantaşı'nda.

Abık Bahtiyar Etiler-i




18 Temmuz 2013 Perşembe

Veltiosete (ya da zihinsel dışkıların arıtılma süreci üzerine)


Yaşarken, beslenmek şart, maddi -manevi. Ağzıma giren her lokma, sindirim sistemimden geçtikten sonra çıkar anüs’ten. Lokmaları da o anki iştahıma ve önüme gelene göre seçerim. Yediklerimle beslenir vücudum, algılarımla beslenir beynim. Fiziksel dışkı malum, zihinsel dışkı nedir? Nerdedir zihnimin anüs’ü? Nerden çıkar atıklar? Bence ağız’dır zihinsel anüs. Ağız, fiziksel sindirimde ilk sıradayken, zihinsel sindiriminde son sıradadır. Dışkılamaktır konuşmak, keşfedebildiğim kadarıyla da ‘dönüşümsel’ işlevleri vardır zihinsel atıkların toplum üzerinde:

Ağız yoluyla (oral trakt’dan) atılan zihinsel dışkı’nın işlevleri:
(ucundan Vikipedi kaynaklı)

1. Doğrudan besleme:

1a. Koprofagia (dışkı yeme): Zihinsel koprofil insanların beslenmesine yarar. Bok böceği gibi. Zihinsel koprofillere sık rastlarsın sokakta, hızlı hareket ederler, yüzeysel arkadaştırlar, dedikoducudurlar, sözlerinden ne kapabilirlerse kapıp giderler, sonra yetişmeleri, beslenmeleri gereken başka lağımlar vardır, oralara uçar giderler. Günden güne hayatları, belki haftadan haftaya, aydan aya, yıldan yıla, ancak asla seninle aynı zaman diliminde yaşamazlar. Besleneceği kadar beslenir senden manevi sinekler. Zaruri bir görevdir onları beslemek.

1b. Gonimopoisi (gübreleme): Zihinsel toprak insanların beslenmesine yarar. Derin dinleyici. Ondan çok tatmin edici ve sessiz bir teşekkür gülümsemesi alırsın, ağzından çıkan lafların karşılığında. Fazla cevap vermez, susarlar daha çok, sanki anlayışla. Ne kadar dışkı dahi olsa sözlerin, onları ağzından çıkarmakla önemli bir görevi tamamladığını düşünürsün zihinsel toprağın yanında. Gübrelemişsindir zihinsel toprak insanı. Birkaç ay sonra da, tarladan toplayabilirsin yetişmiş domates, kabak, patlıcanları. Ulvi ve uzun vadede geri dönüşü olan bir görevdir onları beslemek.

Dışkı yiyen ve gübrelenen insanlarla sohbet etmeyi o kadar da çok istemem. Konuşmak, ne kadar tatmin edici de olsa, en azından gübreleme, ne kadar değerli bir görev de olsa, konuşan insanın yakalamaya çalıştığı en yüksek mertebe, konuştuklarıyla iyi yaşayabilmektir, hele hele sözlerin pazarda altın değerindeyse, belki tatmin olursun sözlü zihinsel dışkılarından. Bu da bizi Veltiosit’lere getirir:

2. Dolaylı besleme:

Veltiosete (rafineleştirme): Zihinsel dışkıları rafine olan insanlar. Yetenekli konuşmacı. Ender rastlanan zihinsel sindirim yetenekleriyle; Peru’da yaşayan ‘bayağı palmiye misk kedisi’ (Paradoxurus hermaphroditus)ne benzerler. Bu kedilerin yediği kahve meyvesi sindirim sisteminden geçerken midelerindeki proteolitik enzimler, çekirdeklerin içinde kısa peptidler ve serbest amino asitler oluşturur. Kütleler halinde dışkıladıkları çekirdekler, yerel çiftçiler tarafından toplanıp, ayıklanıp, temizlenip, güneşte kurutulup, kavrulduktan sonra, ‘Uchunari kahvesi’ adıyla bilinen, 0 notunu taşıyan, dünya’nın en değerli ve pahalı, kilosu 200 dolar olan kahvesi üretilir.
Bazı yetenekli insanların da, buna benzer eşsiz bir sindirim sistemi vardır beyinlerinde, filtreledikleri olaylar öyle bir şekilde dökülür ki dillerine, paha biçilemez. ‘Boku, koku yapma’ yeteneğidir bu, halk ağzında böyle bilinir. Bu boku da, doğru pazarlama stratejisiyle pahalıya satmak mümkündür, Uchunari kahvesi gibi.

Burada tezat görünen bir durum söz konusudur, dışkısı değerli olan kedi farkında değildir aslında dışkısının fiyatından[P1] . Yani dışkısı hemcinsleri arasında hiç bir getiri sağlamaz, çünkü diğerleri de bu yeteneklere sahiptir aslında Tam da öyle değil işte: ‘Söz dışkısı’ altın olan insan da muhtemelen farkında değildir zihinsel yeteneklerinin, ancak insan türüne özel bir konuyu burada göz ardı etmemek gerekir, dünya’da insan kılığında bir çok yaratık saklanır, insan görünümünde domuz, sinek, böcek mesela, onlar 1a’da belirtilen koprofagia grubuna dahil ve bu gruba has beslenme yöntemlerini seçerler, evet, dışkı yerler. Sonra insan görünümlü melekler, uzaylılar, ruhlar vardır mesela, bunlar da 1b’de belirtilen gonimopoisi grubuna dahil ve bu gruba has beslenme yöntemini seçerler, hayır, dışkı yemezler, dışkıyı esrarengiz bir şekilde absorbe ederler. Bu belli başlı 2 türün dışında çeşitlilik mevcuttur, insan’a has bir yetenek olan taklitleme (imitasyon) sayesinde de insan davranışlarında ‘kılıktan kılığa’ girebilir. O nedenle, dışkı yerken yakaladığınız bir koprofil, sizi farkedince, bir anda gonimopoik olabilir. Schrödinger’in kedisi olarak bilinen ve ‘izlenildiğini farkeden’ canlıların psikolojisiyle de açıklanan bu tarz dönüşüm süreçlerini bu makalede incelememiz mümkün olmadığından, 2. grubun, yani ‘veltioset’lerin özelliklerine odaklanmak istiyorum.
Veltiosis, yunanca geliştirmek, rafineleştirmek anlamında kullanıldığını ve bu özelliğe sahip canlıların da doğanın bir harikası olduğunu vurgulamak gerekir. Tükettikleri zihinsel gıdaları, zihinlerinde gerçekleşen içsel kimyasal-elektriksel süreçlerin sonunda, sadece dışkılamakla kalmayıp, rafine ederler. Rafine edilen dışkıları da, ilk iki gruptaki beslenme alışkanlıklarının ötesinde yaşayan varlıklara – ki bu varlıklar da şüphesiz daha rafine bir zihin yapısına sahiptir – değer katar. Örnek vermek gerekirse, bir bilimsel makale, nasıl konuyla ilgili ihtisas yapmış bir bilim adamına, koprofil zihinli bir yaratıktan, daha değerli geliyorsa, ya da Türk Sanat müziği kulağı gelişmemiş bir insan, nasıl Münir Nurettin’in (büyük veltiosit) zihinsel dışkılarını algılamakta ve öğütmekte güçlük çekiyorsa, veltiositleri birer zanaatkâr, sanatçı, uzman, bilim adamı şeklinde tanımlamak mümkündür. Ancak burada da, sanatçı görünümlü koprofiller ve gonimopoikler  olduğu gibi, veltiositleri sıfatlarla süslemek yada herhangi bir meslek grubuna dahil etmektense, buradan meslekler hususuna geçelim.
İnsanoğlu’nun yarattığı mesleklerin çoğunu bir çatı altında toplamamız mümkün: Dışkı ticareti! İyi günler efendim, yeni ürünümüzü denemiş miydiniz? Piyasa’ya yeni sürüldü, laboratuarlarda uzun bir müddet testleri yapıldıktan ve insan vücudu için çok faydalı olan birleşimi tasdiklendikten sonra burada sizlere sunuyoruz. Bu ürünü kullandığınız takdirde, cildiniz, saçlarınız, vücudunuz  25 yaşınızdaki kusursuzluğuna dönecektir. Ürünü uzun süreler kullandığınız takdirde daha da gençleştiğinizi hissedecek, bu süreci, üç yaşınızdaki oral döneminize döndüğünüzde tamamlayacaksınızdır. Oral döneminize vardığınızda, artık ağzınıza daha fazla kullanma ihtiyacı duymayacaksınız, beslenmeniz de gerekmeyecek bundan sonra. Eksiksiz yaşayıp gideceksiniz. Bunu garantileyebiliriz efendim.
Son olarak, zihinsel besin zincirinin en rahatsız edici iki sınıfını da tanımlamakta fayda görüyorum. Bu sınıf, yukarıdaki bahsi geçen grupların aksine, zihinsel dışkılarıyla ilk aşamada istenmeyen sonuçlar doğurur.

3. Yersiz besleme:

Diarroia (ishal): Zihinsel dışkıları istenmeyen insanlardır. Dışkılama anı sırasında sergiledikleri görüntü, çevrelerinde bulunan insanları son derece rahatsız eder. Dışkıları bu şekilde, istenmemektedir ve halk dilinde zihinsel alış-veriş anında‘ortamın içine etme’ olarak da bilinir. Dışkıları manasız gibi görünür.(sence anlamlı mı bunların  dışkıları)

4. Besleyememe:

Diskoiliotita (kabızlık): Zihinsel dışkıyı bünyesinden atamayan insanlardır. Halk dilinde ‘ketum’ olarak bilinirler (aslında zihinsel dışkıyı atmak istemeyendir ketum) ve kendi bünyelerinde tuttukları dışkı nedeniyle sindirim sistemleri ağır çalışmaktadır. Ağızlarını dışkılamak üzere fazla kullanmadıklarından, dudakları çok ince bir şerit halindedir ve onları dişleriyle sıkça ısırırlar. ( bu tespit biraz abartılı değil mi sence)

Aslına bakılırsa, kimse isteyerek ortamın içine etmek istemez. Dışkılamak ihtimam ve mahremiyet gerektirir medeni toplumda. Ancak nasıl ki, evimize getirdiğimiz bir yavru kedi veya köpek bilinçsizce gözüne kestirdiği köşeye dışkısını bırakabiliyorsa, zihinsel gelişmemiş( zihinsel gelişmemişlik çok daha farklı bir şey aslında, tabii sen bu grubu zihinsel açıdan gelişmemiş olarak tanımlıyorsan o başka) ( bu grub zihinsel dışkısına müdahale edemeyenler gibi bir şey olabilir mi- uzun süreli kabızlıktan sonra istemsiz gelen ishal gibi- evet bence son söylediğim daha uygun gibi) insanlar da yeni girdikleri ortamın ‘içine’ edebiliyor. Diarrotik ve diskoiliotit zihinleri olan insanların geçtikleri eğitimlerden sonra ilk iki gruptaki hemcinslerine katılmaları hedeflenir. Ancak bazı insanlar, zihinsel yapılarını maalesef geliştirememektedir, bir ömür boyu prematüre olarak yaşamaya mecburdurlar.
Bazı durumlarda ise, bu tip prematüre dışkılama yöntemlerinin de bilinenin aksine faydalı sonuçlar doğurduğu da olmuştur. Narin yapılı diarrotikler, içlerinde bulundukları yozlaşmış ortamlarda ‘böyle ortamın içine ediyim’ diye söylenip dışkılama süreçlerini başlatabilirler. Ender de olsa, ortamdakiler, dışkılamalarını anlayışla karşılar, hatta ve hatta dışkıyı değerlendirmek üzere bünyelerine alırlar. Dostoyevski’nin Kumarbaz adlı eserinde, kahraman, içine girdiği birçok ortamda diarrotik dışkılamalar sergiler. Sadece kitabı okuyan bizler değil, hikayede yaşayan diğer şahıslar  da hak verir roman kahramanına.
Diskoilititikler ise kendilerini rahatlatamamaktan ötürü, yaşadıkları nadir zihinsel dışkılama sürecinde çok acı çekerler. Zihinsel dışkıları çok katıdır, bu nedenle paylaşılası bir tarafı da pek yoktur.
Zihinsel dışkılama sürecini yukarıdaki dört grup’ta toplamaya çalıştım, bilimin ve elimize geçen bilimsel araçların gelişmesiyle, muhakkak yeni zihinsel dışkı grupları tespit edilecek, tanımlanacak ve zihinsel süreçleri aydınlatılacaktır. Örneğin dijital doğan çocukların zihinsel dışkı süreçleri henüz çok yeni ve etkilerini gelecekte gösterecektir.
Özetlemek gerekirse, insan beyninin zihinsel sindirim sistemi, henüz tıp tarihinde hakettiği yeri bulamamıştır ve incelemeye değerdir. Fiziksel kabızlık ve ishalin nasıl tedavisi mümkünse, gelecekte de zihinsel kabız ve ishaller ilaçlarla tedavi edilebilecektir. Dün gittiğim eczanede ‘zihinsel ishal oldum, ilacınız var mı’ sorusu üzerine, eczacının bana attığı şaşkın bakışının ilerleyen münakaşamızda kızgınlığa dönüşmesi ve beni eczaneden yaka paça atmasına neden olmasına rağmen eczacıyı suçlamıyorum. Bilinmeyenden korkarız, eczacı da öncesinde hiç duymadığı bir hastalıkla karşı karşıyaydı elbette.
Bu aşamada kendi tedavimi kendim yapmak mecburiyetindeyim velhasıl. Sözcüklerin özünde dışkı olduğunu unutmamak gerekir ve içimde biriktirip dışkılayamadığım ruhumun harabe çöplüğünü bir şekilde zihinsel ‘müsil’ (müsil etkisi yaratan zihinsel algıya tesir edicilerden söz etmek şart bence burada)ilacı bulup bünyemden ya atmalıyım, ya da zihnimin bağırsaklarını başbakan gibi 12 metre kısalttırmalıyım. Yoksa sonum vahim olacak.
Zihinsel dışkımdan artık o kadar çok şey de beklemiyorum eskisi gibi. Veltiosit olup çıkacağım yok neticede, boku koku olarak satmak da değil amacım, olsa dahi ben Uchunari kedisi gibi farkında olmam, sadece çöplüğümün kokusuna dayanamıyorum artık, o kadar. Mide mukozasına yapışıp öğütülmeyen yemekler gibi, sindirilmemişlik kaynıyor içimde. Toksit değerlerim artıyor. İçten zehirleneceğim.
Geri dönüşüm de şart o nedenle, recycling. İstiyorum, ama imkanlar kısıtlı. Ülkemde çöpleri toplayanlar asgari ücret dahi almıyor. Para yok ki. Ya da kalmadı. En harikulade şekliyle de öyle bir zihinsel sindirim sistemi olmalı ki, minimal, ya da yok denilecek kadar az atık ve değersiz görünen dışkı çıkmalı süreçten. Her zihinsel dışkı bir alıcı bulmalı ve çöplükte öyle kullanılıp atılmışlıklar birikmemeli.( Birbirimizin dışkılarıyla beslenerek) Çöplük şişmemeli, cillop gibi olmalı, bir geçiş tüneli gibi anında terketmeli bünyeyi, yada geri dönüşüm bölmeleri olmalı zihnin, oralara ulaşmalı anında, ağırlaştırmadan, çıkmalı geriye dönüştürülmüş şekilde manevi maddeler. ( bu fikri çok tuttum, ama biraz düşününce zihnin zaten bir geri dönüşüm süreci yaşadığını söylemek mümkün . Örneği algılanan veya öğrenilen bilginin kullanılmadığında unutulması- daha sonra yeni bilgiyle beraber kısmen anlam kayması yaşayarak -özellikle de terimlerin- başka bilimlerde kullanılması gibi)
Herkes, kendinin hurdacısı olmalı öncelikle, iyi öğrenmeli bu mesleği. Sonra geri dönüşüm konusunda ihtisas yapmalı, hurdacılıktan gelerek. Aksi takdirde, çöplük, benim örneğimde olduğu gibi, dayanılmaz kokular ve toksinler yaratıyor bünyede. Belki de ölümü ertelemenin en anlamlı uğraşı bu, uzman hurdacılık, belki de tek sorumluluğu insanın şu dünya’da.
Kimin hatası tüketim toplumunun mu? Kimi suçlamalıyım? ABD’yi mi, Avrupa birliğini mi, çöken Sovyet Sosyalistleri mi, yüz değiştirmiş Çin Halk Cumhuriyeti’ni mi? Onlar da emir kulu neticede. Peki ya sanayiciler? Her gün yenisi üretilen ihtiyacımız olmayan malları, bokları koku olarak satan sözde Velitiositler? Hayır, onlar Velitiosit değil, insan görünümlü diarrotikler. Onlar da suçsuz. Bilincinde değiller. Peki ya beyin yetiştirme derdinde olup, çocuklarını yarış atı gibi yetiştiren ebeveyn’ler, öğretmenler? ‘Kariyer’ kelimesini beyinlerimize sokan ve daha kaliteli yaşamlar vadeden ideolojiler? Hurdacılara olumsuzluk yükleyen, Doktor, Mühendis kelimelerini ilahlaştıran zihniyetler? Evet, bence kökünde onlar sorumlu bu çöplükten.
Alın işte, Yüksek Mühendis oldum, fakat bi’ Hurdacı olamadım. Hurdacı olmak istiyorum ben. Fellik fellik sokaklarımı gezip çöp toplamak ve dönüştürmek istiyorum. Anne, efendim yavrum, ben büyüyünce hurdacı olmak istiyorum, aman yavrum o ne demek, evet anne, karar verdim, olur mu yavrum, sen hurdacı olmak için fazla zekisin, notlarına bak, yeteneklerine bak, sen istediğin her şey olabilirsin, büyük adam olacaksın, hem niçin okutuyoruz seni, bak daha neler öğreneceksin.
Hurdacılara acıyanlar, çok şişman insanlar. Şişmanlıkları öyle gözle görülür türden olmayabilir, ama ruhlarının harabe çöplükleri çok şişiktir, gaz yapar o çöplük, sürekli geğirir ya da osururlar istemsizce, ya da hazımsızlık yaşarlar, ağız ve anüs kaslarını fazla sıkarlar, bıçak gibi keskindir sınır kapıları, vizeleri çetindir, konsolosluklarıysa kalın ve yüksek duvarlarla örülü F-tipi cezaevleridir. Giriş bir nebze kolaydır, ama çıkış neredeyse imkansız. Sık sık kabız ya da ishal olurlar. Biliyorum, çünkü ordayım.







 [P1]Aslında burada değer katan insanlara da değinmek gerekmez mi? bu süreçte bu tip insanların sindirimdeki karşlığı nedir acaba?

Tractatus Hamalus ve Mardin Mimarlık Fakültesi

Dünya’nın hızına yetişemiyordum. Bilgi çağının yükü, omzumdaydı. Çağdaş olmak uğruna gezmediğim memleket kalmamıştı ancak ‘çağdaş olmak nedir’ sorusuna bir cevap bulamıyordum. Çağdaş olmanın, bu sorunun getirdiği yükü elimden geldiğince taşımak, taşırken taşımanın pratik ve kolaylaştırıcı yollarını aramak, şansım olup da yollardan birini bulduğumda anında uygulamaya geçirmek (ki aslında zaten kendisini uygulamaya geçiriyor pratik olan) ve bir nebze hafiflemiş yükümle yoluma devam etmek olduğunu zannediyordum fakat ıspatlıyamıyordum. 

Taa ki, Mardin’in inekler çarşısında, bir kahvehanede yapılan güvercin açık arttırması esnasında duvara asılmış tarihi bir manifesto okuyana dek. Yazı eski dildeydi ve hatırladığım kadarıyla Ebu Burak imzasını taşıyordu. Hatırladığım kadarıyla, çünkü kahveye ertesi gün tekrar döndüğümde yazı orda değildi. Kime sorduysam da, o yazıyı ne görmüştü ne de okumuştu. Çağdaş olmanın özünde bir hamallık sanatı olduğunu savunuyordu yazı ve hamallık sanatının kurallarını çeşitli maddelerde tanımlıyordu. Tam aradığım çağdaşlık açıklamasını getiriyordu.


Sanatçı hamallara övgü yazısıydı. Öyle her hamalın övgüyü hak etmediğini vurgulamaktaydı. Sanatçı hamallardan bahsediyordu. Hamallığın hakkını verenlerden. Layıkıyla yapanlardan. Çünkü hakkını veremeyenler, anında ‘işin hamallığını yapanlar’ kategorisine itilerek, aptallıklarıyla olumsuz bir tat bırakıyormuş damaklarda. Kendi aptallıklarımdan bahsedip küçük düşmeden hemen önce hamallık sanatının belki de son temsilcilerinden olarak şu kuralları not edeyim:

Tractatus Hamalus

  1. Hamallık bir sanattır.
  2. Hamallık, sanatların zirvesindedir.
  3. Hamallık sanatını öğrenmeyen, hamallığın hamallığını yapar.
  4. Hamallığı seveceksin, çünkü başka bir varoluş biçimi yoktur. Olsa dahi yoktur.
  5. Hamallıktan istifa edemezsin, hamallığın hamallığını yaptığın zihniyetten edebilirsin
  6. Hamallık bir mertebedir.
  7. Unutma ki, hayatın seni nereye getirdiği değil, yükünü omzunda nasıl dengelediğin ve taşıdığındır. Stil, bu hususta önemlidir. Gülümse.
  8. Neyin hamalı olmak istersen iste, unutma ki, hamal akar, yolunu bulur.
  9. Hamal, öğün, çalış, güven.
  10. Ne mutlu hamalım diyene.
(Dipnot: Hamallarla çöpçüler kan kardeştir. Tractatus Hamalus, Tractatus Çöpşiş olarak da yorumlanabilir.)

Hususi felsefem, Tractatus Hamalus’umla bitmiştir. Son iki maddesini sona saklamak istiyorum. Onbirinci ve onikinci maddeyi anlamak için öncesinde biraz aptallıklarımdan söz etmem gerekir.

İdrakı uzun senelerimi ve bocalamalarımı alan aptallıklarım, halden hale girdiğim mimari mesleki hayatımı ve kariyerimi askıya alarak 18 kiloluk bir sırt çantasıyla (ilk fiziksel hamallık denemem) kendimi bilmediğim yollara atarak yaklaşık üç sene sürecek bir durum değerlendirmesi sürecine girdi. İcra ettiğim şekilde mimarlığı devam etmem artık söz konusu olamazdı, fiziksel yorgunlukların ötesinde, zihnimde başa çıkamayacağım vicdan muhasebelerine neden oluyordu. Çevremde kara para aklayan müteahhitler vardı (‘hangi para kara değil ki’deyim bu ara). Ben de çalışanlarıydım. Bardağı taşıran damla, 57 yaşındaki patronumun kalp krizinden gitmesi oldu. Açık tabutta patronumla yüzleşme katalizörü, zihinsel durum analizi ve sentezi süreçlerime izin vermeden beni katarsise götürdü. Katarsis’lerin insan zihni açısından şaibeli olup olmadığı tartışmasına girmeden, bazı analiz-sentezlerin daima katarsislerden sonra vuku bulduğunu iddia ediyorum (isterseniz sizler girin, ahmaklar!). Katarsis, bana bavulumu toplayıp ayrılmamı emrediyordu, yaptım.

Rahatladım. Zihnim fabrika ayarlarına geri döndü. Şimdi rahatlıkla düşünebilirdim:
Mimarlık neydi? Ne olmuştu? Mimarlık neyin sanatıydı? Bir sanatmıydı? Autocad’in ‘kopyala yapıştır’ ya da ‘klonlama’ komutları neyin aracıydı? Klonlanan neydi? Yoksa benmiydim? Yoksa ofiste yan masada oturan meslektaşım mı bendim? O attıklarım benim imzalarımmıydı? Ya da, altına imza attığım projeler ne zaman benim olmaktan çıkmıştı? Ne kadar bendiler, ben ne kadar bendim? Hayır, ekip işiydiler hepsi, hep beraber almıştık kararları, herkes az ya da çok memnundu çıkardığımız işlerden. Alkışlanıyorduk. Birbirimizi alkışlıyorduk. Ailelerimiz bizleri alkışlıyordu. Peki ya alkışlamayanlar varmıydı? Ah, şimdi hatırladım, üniversitedeki o sönük profesörüm vardı, şehir planlamacı, garip işler yapıyordu, pek mutsuzdu, pek ümitsiz görünüyordu, o alkışlamıyordu. Diploma tezi jürimde de dediklerini anımsamıyorum. Ama gökdelen dikmiş bir tane vardı, o gün yarış arabasıyla gelmişti fakülteye, ‘projeleriniz seksi olmalı demişti’, o kalmış aklımda. Seksi projeler. Yoksa bunu diyen başkasımıydı? Kesin bir kadındı.

Alfred Nobel nasıl ki bir ömür silah ürettikten sonra ‘Nobel Barış Ödülü’ gibi vicdanını hafifletici bir projeye girişmişse, ben de ‘proje çizmeyip ağaç diken mimarlar vakfını’ kurmayı, temiz secereli periyodik ödüller ve bildiriler yayınlamayı düşündüm bir süre. Yapmadım. ‘PÇADM’ isimli bir vakıf ismi seksi değildi. Onun yerine gittim ormanlarda ağaçlara filan sarıldım, özür diledim. Ne için özür diliyorsun diye sorduklarında, ne bileyim, içimden öyle geliyor, dedim. 'Aptalsın sen' dediler, irkildim.

Sonrasında, sırtımdaki 18 kiloluk yük, 2 sene süren yürüyüşümünde 7-8 kiloya düştü. Zaten bir insanın sırtında taşıması gereken ideal yük maksimum vücut ağırlığının yüzde onu olmalıymış, öğrendim, tasdiklerim. Tabi eğer Everest’e tek başınıza tırmanma derdinde değilseniz. O zaman sırt çantanızda muhakkak iki kiloluk bir Neufert kopyasını ve El Croquis dergisinin iki özel Jean Nouvel cildini bulundurmak mecburiyetindesiniz. Yoksa Foucault ile mimarlık arasındaki özel ilişkiyi anlayamazsınız ve zirveye ulaşamazsınız. Ya da mimarların neden daima siyah giydiğini de öğrenemezsiniz.

Aptallığın bunlar gibi türlü türlü evrelerinden geçmekteyim. Uzun bir Avrupa ve Türkiye yürüyüşünden sonra yolumun Mardin’e düşmesi ve yenice kurulan mimarlık fakültesinde tekrardan huzur bulmamın ve burada kalmak istememin nedenlerini henüz araştırmaktayım. Doğu dillerine ve yaşantılarına karşı olan ilgim şüphesiz bir etken. Uzun seneler batıya yönelmiş dürbünlerimi, dünyanın sonu olarak bilinen İspanya’nın Finisterre yarımadasında okyanusa attım. Ufuk çizgisinde başka bir kıta yoktu. Dünya gerçekten bir kaplumbağanın sırtındaki tepsiymiş. Kaplumbağanın kafası ufuk çizgisinden gülümsedi bana. Selamlaştık. Sonra batan güneşle birlikte yokoldu, ben de dürbünü dalgalara teslim ettim.

Dürbün üreticileriyle ilgililer ‘Teknokrat’ markasını duymuşlardır. Bu marka post-kolonyal devletlerin en seksi icatlarından biridir ve satışları sadece Zürih’te bir banka hesabı olan seçilmiş meslektaşlarıma yapılmaktadır. İşte ben de onlardan biriydim. Allah’tan Mardin’e gelmeden önce İstanbul’dan o hesabı kapatmışım. Bir şikayet dilekçesiyle birlikte, dürbünün üzerimdeki yan etkilerini ifade eden bir doktor raporu gönderdim.

Nihayet gelelim Tractatus Hamalus’un son iki maddesine:

  1. Madde 4 esas alınarak, sorgulanmamış bir hamallık, boşa geçmiş bir hamallıktır. Bu ise, insanın özünde, reyinde ve sözünde kendisine ihanet etmesidir. Mesleğini bütün bu yalınlığıyla kavrayamayan hamal, kendisini ilerleyen zaman içerisinde mimar zannetmeye başlar ve taşımakta olduğu yükler altında ezilir, deforme olur, zihnen ve fiziken hem kısalır, hem şişer. Öyle ki, zayıf ve zarif görünmek için kuşandığı o siyah kılıf dahi uğramış olduğu deformasyonu örtbas edemez hale gelir.
  2. Bir hamal çırağı, asla bir usta hamal olduğunu beyan edemez. Bunu engellemek için, ustalık için şu şart öngörülmüştür. Usta bir hamal, ömründe ancak başka ustalar yetiştirdiğinde ustalık rütbesini alır. Bu da namümkündür. Mükemmellik nasıl mümkün değilse öyle işte.
Belki de özetlemiş olduğum onikinci ve son madde, Mardin’de kalmama vesile oldu. Fakülte, araştırmacılık, öğrencilik ve hamallık üst üste gelmiş ve kızışmış ruhumu dinginleştirmekteydi. Onikinci maddesini iyi hatırlıyorum, çünkü ertesi gün Mardin’de mimarlık fakültesinde doktora programına başlamama neden oldu.

Ebu Burak’ın kayıp yazısını hala aramaktayım. Ebu’nun hamallıkla kastettiği günümüzde kullanılan anlamı olmayabileceği ise, kelimenin etimolojik köküne indiğimde, hamalın Arapça ‘haml’ yani erkek anlamında da kullanıldığını, ayrıca tahammül kelimesinin de bu kökün bir çekimi oduğunu öğrendiğimde şüpheye düşürdü beni. Ancak, onun yazısıyla ne kastettiği bir yana, benim nasıl bir haleti ruhiyeye girdiğim öte yana. Hamal ister hamal olsun, ister erkek, hamal hamaldır ve hamallık bundan böyle bakidir, vesselam.

Can Bulgu




Defne

Defneyi dini usullere göre defnedin.

16 Temmuz 2013 Salı

Şiddet

kendime uyguladığım şiddeti anlamak için, kendime ve topluma ne derecede bir tehdit oluşturduğumu sordum. sonuç dehşet vericiydi.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Gemilerim

Gemilerim denizlere açılmak üzere tasarlanmadı.
Gerçekliğin rüzgarlarına dayanaklılıkları hiç denenmedi.
Kaptanları olarak kaptan olarak görev almadım hiç.
Beni oyuncak olarak tasarladılar.
Kumdan kalelerdi benim vatanım.
Sahile vuran ilk dalgada dağıldım.
Bu kadardı ömrüm.
Bu kadardı ömürleri.